Osmanlı Beyliği'nin Teşekkülü
(Bu makale,Beylikten Cihan Devletine, Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VII Milli Kongresi Bildirileri, Eskişehir 3-4 Aralık 1999, ed. Prof. Dr.Bahaeddin Yediyıldız-Yücel Hacaloğlu, Türk Yurdu Yay. No 65, Ankara 2000, s. 36-43 'de yayınlanmıştır. Kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir.)
Yunus KOÇ
XIII. yüzyılın sonlarında Bizans Selçuklu sınırında ortaya çıkan ve Kısa zamanda Kuzey Batı Anadolu ve Balkanlarda gücünü kabul ettiren Osmanlı Beyliği'nin teşekkülü konusunda şimdiye kadar çok sayıda yerli ve yabancı bilim adamının, süreci değişik yönlerden ele alarak birbirinden farklı görüşler ortaya koydukları bilinmektedir. Ortaya çıkan sonuçlara bakıldığında konunun daha uzun seneler tartışılacağını ifade etmek gerekir. Böyle bir tespitin yapılmasını, hem kaynakların sunduğu sınırlı bilgilere rağmen bu verileri karşılaştırmalı yöntemlerle sorunu yeniden irdelemek ve hem de yeni tekniklerle meseleye değişik açılardan bakmak gibi faktörler kolaylaştırmaktadır. Bulunabilecek yeni kaynaklar ve özellikle alan çalışmaları da bu süreçte etkili olabilir.
Sorun küçük bir bölgede sınırlı şartlarda ortaya çıkan bir siyasî mekanizmanın nasıl olup da bir bir beyliğe oradan da imparatorluğa dönüştüğün anlaşılabilmesi sorunu olduğuna göre bu alanda daha yapılması gereken çok şey bulunduğunu, ortaya çıkan bu günkü tablodan rahatlıkla ifade edebiliriz.
Ancak yukarıdaki sorunun temelinde yatan bir başka sorun da Beyliğin ne zaman, nasıl, ne gibi faktörlerin tesiri altında ve hangi sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik şartlarda teşekkül ettiği ve bu teşekkül sürecinde değişen şartların neler olduğu konusudur. Teşekkül sürecinin kronolojik seyrinde değişen şartların oynadığı rollerin oranları nasıldır? Daha da önce bir beyliğin teşekkülünden ne anlaşıldığı sorusunu da sormak gerekir.
Burada bütün bu sorulara cevap aramak gibi bir gayret içerisine girilmeden sadece bu zamana kadar yapılan araştırmalar ve yayınlanmış bir kısım belgelerden hareketle "Teşekkül" süreci gözden geçirilecek ve bazı tesbitlerin altı çizilecektir.
Bütün teşekküllerde olduğu gibi temelde üç unsurun yani ülke (coğrafya), toplum (insan) ve siyasal örgütlenme (yönetim/beylik/devlet) bütünleşmesi ve kendini yenileyerek devamlı gelişen, genişleyen bir dinamizm içerisinde Osmanlı'nın değerlendirilmesine gidilecektir.
Öncelikle bizim XX. yüzyıl süzgecinde oluşan düşünce yapımıza göre "kuruluş" kelimesine yüklediğimiz anlamla Osmanlı Beyliği için kullandığımız "teşekkül" kelimesi arasındaki ayrıntıya dikkati çekmek yerinde olur. XX. yüzyılda ortaya çıkan devletlerin teşekkül süreçlerinin yanında daha ön planda vurgulanan "kuruluş"ları meclislerin veya önderlerin aldıkları karalar neticesinde bir deklarasyon ya da Birleşmiş Milletler Cemiyeti'nin aldığı kararlar neticesinde vücuda gelirken Ortaçağ şartlarında böyle bir aşama ve yöntemden bahsetmenin mümkün olmadığı açıktır. Birbiriyle bağlantılı birçok faktörün yanı sıra siyasal olarak başka teşekküllerce "tanınma"nın önemi her halde her dönem için geçerlidir. Bu sebeple biz daha çok "teşekkül" kelimesini tercih edeceğiz ve bu "teşekkül"ün ülke, toplum ve yönetim boyutlarına dikkat çekmeye çalışacağız.
Ancak daha evvel bu zamana kadar yapılmış belli başlı araştırmalar çerçevesinde yoğunlaşan tezleri kısaca hatırlatmakta yarar vardır. İlk önce hatırlatılması gerekenlerin başında her halde Gibbons gelir. Gibbons'un tezinde Osmanlı Beyliği'nin teşekkül süreci etnik ve dinî karışım teziyle izah edilmek istenmiştir1[1]. Bu, Beyliğin heterojen yapısı ön planda tutulmuş, dönemin uclarında var olan geçişkenlikten hareketle ilk çekirdek toplumun Türk ve Rum halkın karışımı sonucu yeni bir dinamizm kazandığı belirtilmiştir. Köprülü'nün buna cevabı aynı zamanda kendi tezini de ortaya çıkarmıştır. Buna göre Anadolu'nun XIII ve XIV. yüzyıllardaki sosyal ve kültürel durumu ve özellikle de müslüman Türk nüfustaki dîni-mesleki zümreler ve bunların mayaladığı kültürel ortamdır söz konusu olan2[2]. Ardından Paul Wittek temelde bu zümrelerden birisi olan Rum Gazileri'nin ve taşıdıkları gaza fikrinin ön palana çıkartıldığı bir başka tez ortaya atar3[3]. M. Akdağ'ın "Marmara iktisadi ünitesi" tezi meselenin ekonomik boyutuna temas eden ancak yeterince geliştirilemeyen çok önemli bir girişim olarak dikkati çekmektedir4[4]. Halil İnalcık değişik zamanlarda kaleme aldığı çalışmalarında meselenin hem sosyal boyutuna değinirken daha çok da siyasal gelişme ve coğrafî alanda fetihlerle genişleyerek sağlamlaşan bir beylik portresi çizer5[5]. Yakın zamanlara doğru gelindikçe tarihçilerin ilgisini daha da fazla çeken "kuruluş" konusu üzerinde çok farklı türden araştırmalarla karşılaşıyoruz. Cemal Kafadar'ın sentez girişimi6[6], Lindner'in aşiret yapısını vurgulayan görüşlerine Colin Imber kroniklere dayanan bilgilerimizin "efsaneler"den oluştuğu şeklindeki görüşü eklenmiştir. Yakın zamanlarda Sencer Divitçioğlu'nun antropolojik yaklaşımla dönemi irdeleyen eseri dikkat çekmektedir7[7]. Yine son zamanlarda projeler dahilinde Beyliğin kurulduğu bölgenin alan çalışması olarak seçilmesi ve münhasıran kuruluş dönemi yapısını ela almayı hedefleyen çalışmalar da bulunmaktadır. Ancak bunlar daha sonuçları yayınlamamış çabalardır. Yine son yıllarda XIII-XIV. yüzyıllar Anadolu'su ve bu arada Osmanlı Beyliği'nin teşekkülü konularına Irène Melikoff, N. Beldiceanu, E. Zachariadou, A. Yaşar Ocak, Feridun Emecen, gibi araştırmacılar da zaman zaman eğilmişlerdir8[8].
Ülke: Osmanlı Beyliğinin teşekkül ettiği alanın temelde geniş bir bölge olmadığı herkesin malumudur. Bu alanın merkezinde Söğüd ve Domaniç yer alır. 1288 öncesi bu bölgede Osman, kendi önderliğindeki aşireti ile yarı yerleşik ve konar-göçer sosyal ve uc siyasal ortamında hayatını sürdürürken Karacahisar'ı zabt etmesi ile yavaş yavaş adını duyurmaya başlar. 1288 tarihi bu bakımdan bir başlangıç sayılabilir. 1288'den 1299'a kadar bir geçiş sürecinden bahsetmek mümkündür. Bu zaman zarfında Osman'ın etrafındaki savaşçı sayısının arttığı, bölgeye yeni gelenlerle nüfusta hızlı bir değişimin yaşandığı söylenebilir. 1299 yılında Bilecik ve ona bağlı Yenişehir, İnegöl, Yarhisar ve Köprühisar ani bir baskınla Osman'ın eline geçer bu ikinci hamledir ve artık "ülke" genişleme sürecindedir. Artık İznik ve Bursa sınırlarına dayanılmıştır.1302 Bafeus ve 1303 Dinboz Savaşları Osman'ın bölgede hakimiyetini güçlendirir. Böylece Osman'ın ülkesi yavaş yavaş kendi ana sınırlarının ilerisine doğru, içerisine Bitinya bölgesini alacak kadar genişleyecektir. Alanda meydana gelen genişlemenin en önemli unsurunun fetih politikası oluşturmaktadır. Fethin de ilk önceleri siyasi getirilerden ziyade ekonomik zorunluluklar ve ganimet düşüncesi ile motive edildiği söylenebilir. Zira Osman bu dar alanda ekonomik yönden de sınırlı imkanlara sahip ancak sayıca artan bir nüfus potansiyeline sahiptir. Bu aktif nüfusun taşınabileceği alanları yaratması adeta bir zorunluluk halini almaktadır. Osman'ın önündeki coğrafi alanın gaza ile genişlemeye müsait tarafı olan Bizans cephesinde durum oldukça elverişlidir. Bizans merkezinden neredeyse bağımsız Bitinya tekfurları hem merkezin ihmaline uğradıklarını düşünmektedirler hem de biribirleriyle rekabet içerisindedirler. Bütün bu faktörler "ülke"nin genişlemesi için uygun maddi şartları oluşturmaktadırlar.
Toplum (İnsan): Beyliğin teşekkülündeki toplum/insan unsuruna bakıldığı zaman tablonun oldukça kompleks bir yapıda olduğu söylenebilir. İlk çekirdek grubu Osman'ın başında bulunduğu topluluk ya da aşiret oluşturmakla beraber dönemin "uc" yapısı gereği etnik ve kültürel açıdan homojen bir görünümden bahsetmek mümkündür. Kronikler Bizans kentleri alınırken daha kuşatma başlamadan önce kırsal kesimin Türkler tarafından doldurulduğundan ve bu kentlerin Bizans merkezi ile alakalarının kesildiğinden bahsederler1[9].
Sürekli hareket eden Türk nüfusun, terkedilmiş ya da nüfusu azalmış az sayıdaki Bizans köylerinin yanı sıra önemli ölçüde, tarıma ve hayvancılığa elverişli kırsal bölgeleri kontrol altına aldıkları anlaşılmaktadır. Hisarların düşmesi ile de buralara diğer Anadolu kentlerinden ve köylerden gelenlerin yerleşmesi sonucu kentlerdeki nüfus kompozisyonu da değişmiştir. Osmanlı sınırları hem Bizans yönünde hem de güney Batı istikametinde genişlemesini hızla devem ettirirken 1348-1349 yıllarında Karasi toprakları da Beyliğe katılmıştı. 1330'lu yılların Anadolusu hakkında bigi veren El-Ömerî2[10] Osmanlı Beyliği'nin 25.000, Karasi Beyliği'nin 20.000, Germiyanoğulları'nın 40.000, Candaroğullar'ının, 30.000, Hamitoğulları'nın 15.000, Saruhanoğulları'nın 10.000, Aydınoğulları'nın da 70.000 civarında süvarilerinin bulunduğundan bahseder. Abartılı osla bile bu rakamlar dönemin Anadolusu'na hakim olan beyliklerin askeri güçleri ve dolayısıyla nüfusları hakkında bilgi vermesi veya en azından El-Ömeri'nin kaynaklarının Anadolu nüfusunun bir kısmı hakkındaki imajlarını yansıtması açısından önemlidir. Osmanlı Beyliği'nin genişleme döneminde hem Anadolu'da hem de Rumeli'de nüsuf hareketi ve artışı iki yönlü olarak gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi, ele geçirilen yeni bölgelerle birlikte buralarda yaşayan nüfusun bir kısmının Beyliğe katılması şeklindeki süreçtir. İkincisi de Anadolu'nun diğer bölgelerindeki şehir ve kırsal alanlardan çekilen göçmen nüfustur.
Osmanlı Beyliği'nin istikrarlı yönetim biçimi ve otoritesini gittikçe artan bir şekilde güçlendirmesi ve bu yönetimin güven kaynağı haline dönüşmesinden başka,özellikle Osmanlı bölgesinde yürütülen gaza ve cihat hareketinin getireceği maddî-manevî kazanç düşüncesi, şehirli ya da kırsal kökenli bir çok kimsenin Beylik hakimiyetindeki bölgelere yönelmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda daha XIII. yüzyıldan itibaren yerleşme yoğunluğunun artması ve nüfus yayılmasının motor gücünü teşkil eden ve Barkan'ın kendilerine "kolonizatör Türk dervişleri" dediği bir çok şeyh, baba, abdal lakaplı ve sufî kimlikli kişilerin oldukça önemli bir yere sahip olduklarını görüyoruz1[11]. Genel hatlarıyla heterojen bir görünümde olan bu nüfus yapısının çekirdeğinde motor gücü gören esas unsurun müslüman Türk kitlesi olduğunu unutmamak gerekir. Bu kitlenin manevi dokusu da kendilerine hemen her tarafta rastlanan abdal, baba, fakih ve ahiler tarafından örülmektedir.
Yönetim: Özellikle, Karacahisar, Bilecik, İnegöl ve Yarhisar'ın fethi, Dursun Fakih'in Yenişehir'e imam ve kadı olarak atanması ve rivayete göre Osman'ın adına hutbe okunması gibi göstergeler yönetim alanında, salt askerî faaliyetlerin yürütülmediğinin en açık şahitleridir. Bu top yekün toplumun yönetilmesi düşüncesinin daha erken dönemden itibaren ortaya çıktığını gösterir. İhtiyaç duyulan ve devamı istenen siyasal mekanizmanın temelini bu türden tayinler belirleyecektir. Eskişehir civarına pazar kurulması ve bu pazarın sürekliliği ve güvenliği için bir takım tedbirlerin alınması, Osman'ın kardeşi Gündüz'ü subaşı olarak tayin etmesi, Bilecik'e kadı olarak Çandarlı Kara Halil'in atanması dikkati çeken yönetim faaliyetleridir. Böylece toplumun sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal mekanizmaları başat bir şekilde ele alınmış ve bir yönetim ağının kurulması daha ilk dönemlerden itibaren düşünülmüştür. Bütün bunlar "teşekkül"ün birer parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu arada kroniklere göre bir başka faktör daha dikkati çekmektedir. Aşıkpaşazade tarafından Osman Bey dönemine atfen nakledilen ve tarihi değeri tartışılır olmakla beraber en azından müellifin kendi döneminin (XV. yy ikinci yarısı) görüşünü yansıtması bakımında bir hayli dikkat çekici olan pasajı hatırlatmak gerekir. Pasajı, konumuz açısından önemine binaen olduğu gibi aktarmakta yara vardır. "Osman Gazi'nün Kanunı ahkamın bildirür" başlığı altında yer alan bölüm şöyledir:
«Kadı konuldı. Ve sübaşı konuldı. Ve bazar durdı. Ve hutbe okundı. Bu halk kanun ister oldular. Germiyan'dan bir kişi geldi. Eyidür : "bu bazarın bacını bana satun". Bu kavm eyitdi : "Hana var" dediler. Ol kişi hana vardı. Sözini söyledi . Osman Gazi eyidür "bac nedir"? Ol kişi eyidür : "Bazara her ne kim gelse ben andan akça alurın". Osman Gazi eyidür : "Senün bu bazar ehlinde alımun mı var kim akça istersin"?. Ol kişi eyidür: "Hanum bu türedir. Cemi‘ vilayetlerde vardır kim padişah olanlar alur". Osman Gazi eyidür "Tanrı mı buyurdu veya beyler kendüleri mi etdi". Yine bu kişi eyidür: "Türedir hanım! Ezelden kalmışdur". Osman Gazi gayet kakıdı. Eyidür: "bir kişi kim kazana, gayrınun mı olur? Kendinün mülki olur. Ben anun malında ne kodum ki bana akça ver deyem. Bire kişi var git. Artuk bu sözi bana söyleme kim sana ziyanım değer". Ve bu kavm eyitdiler kim : "Hanum bu, bazarı bekleyenlere âdetdür, kim bir nesnecik vereler". Osman Gazi eyidür : "İmdi çün ki siz eyle dersiz, her kişi kim bir yük getüre, satan iki akça versün; her kim satmasa hiç nesne vermesün. Ve her kişi kim bu kanunumu boza, Allah anun dinin ve dünyasın bozsun. Ve dahi her kime kim bir tımar verem, anun elinden sebepsiz almayalar. Ve hem ol öldüğü vakit oğlına vereler. Ve her küçücük dahi olur ise vereler. Hizmetkarları sefer vaktı olıcak sefere varalar, ta ol sefere yarayınca....»
Yönetimin devamı için vakıfların tesisi, toplumda sayın yere sahip şeyh, derviş, fakih ve ahilerle yakınlık kurulması ve kendilerine tahsis edilen vakıflarla sistemden pay sahibi edilmeleri, yönetim açısında hangi noktalara dikkat edilmesi gerektiği konusunda Osman'ın düşüncelerini oldukça net bir şekilde yansıtmaktadır. Kendilerine iltifat gösterilen bütün bu şahsiyetler aslında sosyal zümrelerin önemli bir kısmını oluştururken toplumun kültürel anlamda mayalanması için de çok önemli bir işlevi yerine getirmektedirler. Burada dikkati çeken bir husus da bu zamana kadar yapılan araştırmalarda teşekkül devri Osmanlı toplumunda ahilerin, dervişlerin ve gazilerin rollerinden sıkça bahsedilirken özellikle "fakı" ya da fakihlerin rölü konusunda yeterince durulmamış olduğudur. Uç toplumunda baba, abdal ve dervişlerin oynadığı rolün bir benzerini, belki de daha fazlasını bu fakihlerin oynadığını göz ardı etmemek gerekir. Erken dönem Osmanlı vakıf kuruluşlarına baktığımızda bu durum oldukça belirgin bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Osman ve Orhan döneminde kendilerine vakıf yeri ve geliri tahsis edilen zümreler arasında fakihlerin en az baba ve dervişler kadar pay sahibi olduklarını buna karşılık ahilerin adından daha seyrek bahsedildiği dikkat çekmektedir. Bu da bölgedeki fakih varlığının oranı ve etkinliği açısından önemli bir göstergedir. Eken dönem Osmanlı toplumunun kültürel ve siyasal yapısında bu "fakih" yani medrese eğitimi gürmüş, dini ve hükümlerini resmî ve kitabi yoldan edinmiş bir elit zümrenin son derece etkili olduğu ortaya çıkmaktadır. bu faktör de yönetim açısında bir avantaj olarak değerlendirilmiştir.
Yönetim boyutu konusunda iki faktör daha dikkati çekmektedir. Bunlardan ilki bütün siyasal mekanizmalarda olduğu gibi siyasal ya da askeri olarak tanınma, ikincisi de komşular ötesi ticari münasebetler kurmadır. Bu iki alanda da Osman ve Orhan döneminde fırsatların değerlendirildiğini söylemek mümkündür. Burada teşekkül dönemi beylerinin üstün siyasi öngörü ve yönetim reflekslerindeki duyarlılıklara ayrıca dikkat çekmek gerekir. Bu üstün vasıfların uygun şartlarla birleşmesi beyliğin gelişmesi altında yatan en önemli unsur olmalıdır.
Sonuç olarak Beyliğin uzunca bir teşekkül sürecini geçirdiğini, bu süreç içerisinde çok farklı değişkenlerin rol oynadığını ifade etmek mümkündür. Teşekkül sürecinde birbirine bağlı çok sayıda iç ve dış faktörün etkili olduğunu, bunların çoğrafya/ülke, toplum/insan ve yönetim/siyaset şeklinde üç ana grupta toplanabileceğini ifade edebiliriz. Buna ilk beylerin kişisel kabiliyetlerini de ilave etmek yerinde olur.
"Teşekkül" konusunda araştırmaların devam edeceği muhakkaktır. Yukarıda belirtilen her üç alanda da yerli ve yabancı kaynaklar karşılaştırmalı bir yöntemle incelenerek "teşekkülü" daha anlaşılır bir hale getirmek mümkün olabilir. Özellikle son zamanlarda araştırma gruplarının kurularak yürütülen yüzey çalışmalarının ortaya koyacağı sonuçları kaynaklarla birlikte değerlendirmek teşekkül sürecine daha fazla ışık tutacağa benzemektedir. Ama her halükarda daha yapılması gereken çok sayıda ve ciddi ölçülerde araştırmanın bulunduğu muhakkaktır.
Bu makalenin orjinaline ulaşmak için buraya tıklayın...
Bu sayfaya link ver !
0 yorum:
Bu sayfada bir iz bırakın, yorum yapın !