Yazınızı gönderin yayınlayalım.

.gir .keşfet .paylaş

Eski Çin'den İspanyol Bozkırına İktidar Kavramı

Pin It
Tarihsel süreç içinde pek çok düşünür ve siyaset filozofunun gündeminde olan iktidar kavramı üzerinde yapılan tartışmaların tarihi İlkçağlara kadar uzanmakla birlikte, bilinen ve genel anlamıyla iktidar, daha çok Ortaçağın sonlarından ve yeni çağın başlarından itibaren yoğun tartışmalara konu olmuştur. Bu dönemlerde yapılan tartışmalarda genellikle iktidarın kaynağı ile yönetenin yönettiği toplumla olan ilişkisi üzerinde durulmuştur. Antik Yunan'da ve Ortaçağda iktidar kavramına yönelik olarak yapılan tartışmalar, genelde doğrudan iktidar kavramı üzerinden yapılmamış; hükmetme ya da yönetmenin niteliği üzerinde durularak, yönetimin sınırları ve eylemlerinin alanları ile iktidarın meşruiyeti üzerinde odaklanmıştır. Bu tartışmaların kökeni esasında bilinen insanlık tarihi kadar eskidir. Nitekim eski Çin düşüncesinde hiyerarşik ve disipline dayalı imparatorluk egemenliğinin meşruiyetini sorgulayan bazı hukuk doktrinlerine rastlanmaktadır. Bu durumu, eski Çin hukuk doktrinlerinde "hak isteme hakkı" ilkesinde görmek olasıdır. 

Örneğin Chunk-Sho Lo'ya göre, doğa halkı sever ve idareci doğaya uymak zorundadır. İdareci tebaasının çıkarlarını ve haklarını gözetmeyen bir yönetim anlayışı benimserse, tebaa ona karşı ayaklanır ve onu iktidardan uzaklaştır. Çin tarihi, halkın despotizme karşı verdiği mücadele örnekleri ile doludur. Budist Hint düşüncesinde ise, insanlığın on hak ve sorumluluğundan söz edilmektedir. Bunların beşi; güç kullanmama, yoksulluğa, angaryaya, insan onur ve namusunun korunmasına, erken ölüm ve hastalığa karşı mücadele sorumluluğu gibi sosyal içerikte yükümlülüklerin korunmasına ilişkindir. Diğer beşi ise; hoşgörü, bilgi edinme özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü ve toplumsal yaşam hakkı gibi bireysel hak ve özgürlüklerle ilgilidir. 

Antik Helen kültüründe süregelmiş anlayış ise, erdeme ve bilgiye dayanan bir yönetimin kurulmasıdır. Sokrates'in öncülük ettiği erdemli toplum ve erdemli yönetim, temelde insan-merkezli bir anlayışı yansıtmaktadır. Sokrates'in takipçisi olan ve gençlik yıllarında Mısır'da felsefe eğitimi alan Platon'un, ilk dönem çalışmalarında felsefecilerden oluşan bir yönetimi yeğlemesi ve eğitimde kadın ve erkek eşitliğini savunması, o dönem için cinsiyet ayırımına getirilen bir eleştiriyi ortaya koymaktadır. Nitekim, Platon'un "Devlet" adlı yapıtı, politika ile felsefe arasındaki bağı açıkça ortaya koymaktadır. Ona göre gerek özel yaşamı, gerekse kamu yaşamını düzene koyacak olan felsefedir. 



Platon'un devletinde yönetici elitin temel kaygısı, yurttaşları erdemli bir şekilde yetiştirmekle ortaya konulmuştur. Bu bağlamda Platon yöneticilere bu görevi yüklerken, bunu da hem halkın hem de "polisin" çıkarı için öngörmekteydi. Çünkü Platon politikayı insan doğası ile ilişkilendirmiş ve insan doğasının erdemli olmayı amaçladığını belirtmiştir. Bu bağlamda Platon devletin kaynağına ilişkin tartışmalara girmeksizin, ortaya koyduğu devlet yönetiminde, egemenin yetki kullanımını belli ölçütlere bağlamıştır. Buna göre bilginlerden oluşacak yönetimde devlet, yurttaşları eğitmekle görevlendirmektedir. Ancak, daha sonraki çalışmalarında Platon, yönetme yetkisini tek erke vermiştir. 

Platon okulunun temsilcilerine göre, nitelik açısından ideal olabilen yönetim şekli demokrasidir. Zira, demokrasi fiili olarak en fazla hak gözeten, hak ve özgürlüklere güvence getiren ve hukuksal olarak da yasaların üstünlüğünü sağlayan bir yönetim şeklidir.Yine bu dönemde yapılan çalışmalarda Aristo, tek bir kişinin yönetimini ya da felsefecilerden oluşan bir yönetimi önermiştir. Ancak Aristo'nun devletinde de yönetim, ölçülü davranmak ya da diğer sınıfların (zanaatkar kesimin), yönetimin kararları üzerinde etkili olmasını tanımak zorundadır. Dolayısıyla O, her şeyin aşırısına karşı çıkmakta ve yönetimin temelini ölçülülük üzerine oturmaktadır. Antik dönem Helenist düşünceden sonra egemen ve egemenliğin sınır ve meşruiyeti yönelik yapılan tartışmalarda, yöneten erkin yetkisinin Tanrısal kaynağı üzerinde durulmuştur. Özellikle kaynağını Hristiyan düşüncesinden alan bu değer sistemi, eski Mısır'daki anlayıştan farklı olarak, yöneticinin Tanrı adına yetki kullanma hakkının kabul edilmesidir. Eski Mısır'da Firavunlar doğrudan Tanrısal gücün kendilerinde var olduğunu halka kabul ettirme çabası içinde olmuşlardır. Böyle bir durumda iktidar yetkisinin kaynağını kendilerinde görmeleri nedeniyle, yetkinin sınırlanması gibi bir sorunsal ile uğraşmamişlardır. 


Isa'dan yaklaşık 300 yıl sonra ise Avrupa'da Papalık kurumu, Tanrısal güce dayalı bir yetki kullanımı iddiasıyla öne çıkmıştır. Bu durum, yöneten erkin yetkisinin kaynağı sorunsalını tekrar tartışmaya açmıştır. Şayet egemen erk Tanrının yeryüzündeki sureti ise, iktidarının kaynağı da doğrudan Tanrıdan alınmaktadır. Ancak bu noktada da yönetenin, zorbalıktan kaçınma, dürüst olma, vatandaşlarına zorla iş yaptırmama gibi Tanrısal doğaya dayanan nedenlerle yetkilerinin sınırlandırılmasına dönük çabalar söz konusu olmuştur. Fakat bu nokta da iktidarın yapısı ile ilgili olarak ciddi bir değişim de başlamış bulunmaktadır. 

Her ne kadar iktidar Papalıkta bütünleşse bile, Kilise iktidarı kullanan kurum olarak toplumdaki yerini almıştır. Dolayısıyla bu durum, iktidarın tek kişilik hükümdardan alınıp Kilise gibi bir kuruma geçişini ortaya koyması açısından, diğerine göre önemli bir adımın başlangıcıdır. Ancak burada da iktidarın kaynağı iktidarın çerçevesini çizmektedir. Diğer bir deyişle iktidarın kaynağı olan Tanrısal irade, iktidarın sınırlarını çizmiştir. Ancak gücünün ve meşruiyetini Tanrısal kaynaktan olan bu anlayış zamanla toplumda hem filozoflar hem de din adamları tarafından eleştirilmeye ve sınırlar çizilmeye çalışılmıştır. Bu konuda dikkati çeken en önemli kişilerden biri Aquinumlu St. Thomas'tır. Doğal hukuk ile insan doğası arasında doğrudan bir ilişki olduğunu öne süren St. Thomas'a göre, insan doğası doğal hukuka uygun olanı yaparak doğru ve erdemli eylemlere ulaşabilir.St. Thomas, aynı zamanda haklı savaş kavramı üzerinde dururken de, egemenin meşruiyetini tartışmaya açmaktadır. Yöneticinin savaş ilan etmeye yetkili olmasını savaşın haklı olabilmesinin bir koşulu olarak öne süren, Thomas'ın, böylelikle yönetimleri meşru yönetim ve meşru olmayan yönetim ayrımına tabi tuttuğu anlaşılmaktadır. 

Thomas'ın takipçilerinden olan Suarez gibi doğal hukukçular, savaşın belli kurallar çerçevesinde haklı olabileceğini kabul etmekle birlikte, insana vurguda bulunarak, ırk, dil din, mezhep, renk, cinsiyet ayrımı yapılmadan insanların doğuştan eşit ve özgür oldukları temel ve bir takım dokunulmaz haklara sahip oldukları gerekçesi ile egemenin, mutlak, sınırsız haklara sahip olduğu fikrine karşı çıkmışlardır. Nitekim bu düşünürler devletin, bir diğer topluluğun topraklarında da sınırlı hakları kullanmak zorunda olduğunu belirtmektedirler. Bir uluslar toplumu düşüncesi ile hareket eden bu yazarlara göre, her ulusun kendine özgü egemenliği bir diğer devlet tarafından ortadan kaldırılmamalıdır. 

Nitekim Vitoria'a göre Kilisenin egemen sınırları, Hristiyan dünyanın son bulduğu yerde biter. Ona göre, toplum da doğal gereksinimlerin karşılanması dolayısıyla oluşmuş bir birlikteliktir. Vitoria düşüncesinde, siyasal iktidarın ilk kaynağı Tanrı'dır; ancak Tanrı yöneticilere onu dolaysız olarak kullanma hakkı vermez (yönetici bu hakkı istediği gibi kullanma hakkına sahip değildir, ancak hukuki olarak bir sınırlamaya da tabi değildir). Siyasal iktidarı toplum kullandırır ya da krala gücü o verir. Böylelikle Vitoria kralın yetkilerini Tanrı'dan aldığı düşüncesine karşı çıkar. Ancak Vitoria biri topluma, diğeri krala ait iki egemenliğin varlığını da kabul etmez. Siyasal iktidar bütünüyle hükümdara verilir ve hükümdar yasalara uygun davranmakla sınırlandırılmaktadır. Doğal hukuk sorununa değinen İspanyol hukukçulardan Suarez, doğal hukuk ile insan doğası arasında o döneme Hristiyan kültüründe olagelmiş anlayıştan farklı bir anlayış ortaya koymuştur. Suarez'e kadar gelen dönemde insan doğası adil, erdemli ve Tanrısal buyrukları içinde barındıran bir değerler bütünü olarak ortaya konulmaktaydı. Oysa Suarez savaşı insan doğası ile ilişkilendirerek, doğal hukukun haklı savaşı meşru gördüğünü belirtmiştir. Aristo felsefesinden etkilenen Suarez'e göre, toplum doğal gereksinimlerini tek başına karşılayamadığı için birliktelikler kurmakta, bu birlikteliklerin oluşması ile de hükümdar ortaya çıkmaktadır. Ancak bu noktada hükümdar veya yöneticiler, toplum ile yapılan bir sözleşme ile egemen duruma geçerler. Her yönetici veya hükümdar bir sözleşme ile ortaya çıkar ve yapılan sözleşmede hükümdarın yetkilerinin sınırları belirlenir. 

Toplumda var olan egemenlik yapılan sözleşme ile hükümdara geçer. Toplum da özgür bireylerden oluşur ve toplumun tümünde var olan egemenliğin kaynağı Tanrı'dır. Bu bağlamda kral doğrudan egemenliğini Tanrıdan almaz; ona bu hakkı yapılan sözleşme ile toplum verir. Kral toplum ile yapılan ilk sözleşmeye uymak zorundadır. Nitekim bu haliyle Suarez egemenliğin asıl sahibinin toplumu oluşturan özgür bireyler olduğunu ifade etmektedir. Suarez'e göre, yönetim monarşik, aristokratik ya da demokratik olabilir, ama her biri toplumun siyasal iktidara yetki devriyle oluştuğundan, iktidarın egemenliği halkın rızasından kaynaklanır. Kalıtımsal monarşi bile, bu ilkenin dışında yorumlanamaz, çünkü en azından ilk kral yetki devri sayesinde tahta oturmuştur. Bu bağlamda Tanrısal kaynaklı egemenlik anlayışıyla egemenliği kullanan iktidar arasındaki bağı ortadan kaldıran Suarez, devletin sonsuz mutluluğu aramasını değil, salt dünyevi düzlemde topluluk üyelerinin barış ve adalet içinde, ortak yarara yönelik olarak sağlanacak siyasal mutluluğu hedeflemesini savunmaktadır. Böylelikle toplumsal sözleşme kuramıyla, kralın gücü, ortak yarar adına sınırlandırılmakta, bir diğer anlamda hukuk pozitif normlara dayandırılmaktadır. Eski Çin hukuk doktrinlerinden Suarez'e uzanan düşünsel çaba, yeni bir söylemde modern anlamda insanlık kavramını ortaya çıkarmaktadır. İnsan merkezli yaklaşımlarla pozitif hukuka ait normların geliştirilmesinde önemli gelişmeler olmakla birlikte, egemenliğin pozitif hukuka dayandırılması ile ciddi bir meşruiyet sorunu giderilmiş ancak egemenliğin sınırları üzerinde tartışmalar da farklı bir boyut kazanmıştır. 

C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 5, Sayı 1


EGEMENLİK KAVRAMININ TARİHSEL GELİŞİMİ PERSPEKTİFİNDEN İKTİDARIN 
SINIRLANDIRILMASI TARTIŞMASI 
Yrd.Doç.Dr.Halil İbrahim AYDINLI , Arş.Gör.Veysel AYHAN 

Bu sayfaya link ver !

0 yorum:

Bu sayfada bir iz bırakın, yorum yapın !